“Nasıl olsa yapamam”, “o olmadan yaşayamıyorum”, “yok yok, beni aşar”, “ne yaparsan yap sonuç değişmiyor işte…”, “sen neyi doğru yapabildin ki?!” “hangi işinden hayır gördük ki, bundan görelim?!”
Bunlar sizin de iç sesiniz mi?
Zihninizde dönüp dolaşan cümleler bunların benzerleri mi?
O zaman “Çaresizliği Öğrenmişler Kulübü”ne hoş geldiniz…
- Peki öğrendik… Öğrendik diye hayat boyu buna mı mahkumuz?
- Elbette hayır! Ama önce bazı kavramlar üzerinde durmamız lazım.
İnsan, dünya ile iletişim içinde; bir kuşla, bir rüzgârla, bir insanla, kısacası yaratılmış olanın ne olduğu fark etmeksizin veri alışverişi halindeyiz. Bu alışveriş sürecinde ise algılama ve aktarımlarda bulunuyoruz. Aktarımlarla dış dünyaya kendimizi ifade ederken, algılarımızla da iç dünyamızı inşa ediyoruz. Aslında en önemli bölüm, algılama aşamasından oluşuyor. Çünkü insan neyi nasıl algılarsa, onu aktarmaya başlıyor.
- Mesela?
- Mesela, bir süt fabrikasını düşün. Adı üstünde “süt”. İçine giren süt olunca da elbette süte dair ürünler çıkmaya başlıyor. Tıpkı bunun gibi…
İşte çaresizlikle alakalı çapalar da algı aşamasında atılıyor, düğümler tam da burada kilit oluyor… Gören göz sorunlu olunca, gördüklerimiz ve içimize aldıklarımız da sorunlu olmaya başlıyor.
O zaman can alıcı soruya gelelim:
“Algılarımızı nasıl değiştirebiliriz?”
Öncelikle, algıladıklarımızı kazıdığımız bir yer var elbet: Zihin!
Zihnimizi beynimizin işletim sistemi gibi düşünebiliriz. Zihnin içindeki süreçler ise duygusal ve mantıksal olarak ilerler. Bazı insanlar karşılaştıkları durumlara duygusal bakarak acı ve tatlı süreçleri kodlarken, bazıları ise mantıksal bakarak faydasal ve zararsal süreçlere odaklanır.
- Bir örnek verir misiniz?
- Örneğin birisi karnabaharın daha kokusunu duyar, hoşlanmaz ve iğrenç diyerek reddederken; öteki mide için faydasına odaklanır ve tadını beğenmese de yemeyi tercih eder.
İşte insan beyninin hangi yanını daha baskın kullanıyorsa ona uyumlu olarak algılama ve aktarımda bulunur. Duyguları daha baskın olanın mantıksal yanı daha pasif kalırken, mantıksal bakanın ise duyguları daha pasif olur. Mantıksal bakış, gerçekten gerçek olana daha kolay ulaşmayı sağlarken; duygusal bakış zanların artmasına ve sadece o insana ait olan gerçeklerin inşasına sebebiyet verir. Yani insanı yanıltır!
İkinci nokta ise, isteklerdir!
İstemek, harekete geçmeyi sağlar. Her insan iyi, güzel ve faydalı olana yakın olmayı isterken, kötü, çirkin ve zararlı olandan uzak kalmayı ister. Doğamız bu! Ancak, insanın güzele yakınlaşma arzusunun baskın olması, zararları görmezden gelmesine sebebiyet verir.
- Nasıl yani?
- Şekeri düşünelim. Lezzetli ve çok tüketilmeye meyilli bir ürün. Ancak, ne kadar çok tüketir isek, dişimize, karaciğerimize, kısacası vücudumuzun her bir bölümüne de o kadar zarar veren bir ürün. Buna rağmen insan, bir tatlıyı, bir çikolatayı çok yemek isteyince, onun vermiş olduğu zararları örtbas edip, görmezden gelebiliyor.
İşte bu yüzden, istemek iyidir ama isteğin dizginlenememesi, kontrol edilememesi kötüdür.
Bir de gerçek ve sahte kavramlarını iyi anlamak gerekir…
Bir şey gerçek ise yoluna tüm zaman ve mekânlarda devam edebilirken, sahte olan ise bir süreliğine yol alabilir. Muhakkak, bir yerde tıkanır ve kalır.
- Ne demek şimdi bu?
- Ya öyle değilse? demek.
Ben yapamam dediğin şeyi yapabilen birileri var mı? – Var
Onsuz yaşayamam diyorsun, peki onsuz yaşayabilen var mı? – Var
O zaman o konuyla ilgili bu çaresizliğin içindeki sadece sen olabilir misin???
İşte zihindeki bu ve bunlar gibi gerçek ve sahte algılar ile yüzleşmek gerekir. Bunun en iyi yolu ise, soru sormaktır. Sorular düşünmeyi sağlar. Düşündükçe, farkındalığın yani o şeyi algılaman artar. Fark ettikçe de bunun sadece sende mi yoksa herkes için mi böyle olduğunu, hatanın nerede olduğunu, işin aslının nasıl olduğunu, ne yapınca veya yapmayınca neler olduğunu analiz edebilmeye başlarsın.
- Yani ne demeye çalışıyorsun?
- Şimdi bunları toparlayalım o zaman…
Hepimiz, bir yaşlara geldik… Ailemizden, çevremizden, okulda, sokakta bir şekilde doğrusuyla yanlışıyla, gerçeğiyle sahtesiyle öğrendiklerimizle; sokulduğumuz kafeslerde veya kendimize bulduğumuz kılıflarla veya ördüğümüz duvarlar ile bu yaşlara geldik. Öğrendik ya kendi kendimize ya da öğretildik bazı çaresizliklere…
Peki ya bildiklerimiz gerçeğin kendisi değilse? Ya yaşadığımız problemler gören gözün sorunlu olmasından kaynaklı ise? Ya zanlarımız ve önyargılarımız gözümüzü kör ettiyse? Ya olayın içinde olduğumuz için gerçeği göremiyorsak? Ya sadece gereğinden fazla duygusal baktığımız için çaresiz isek? Ya çözüm zanları ve açıyı değiştirmekte saklıysa? Ya çaresiz değil, çare kendimiz isek?
En önemli karar, bu çaresiz halden çıkmayı ne kadar istediğimizde saklı.
“Gerçekten çıkmak istiyor musun bu çaresizlikten?”
Hazır değilsen, burada bırak ve git. En azından öğrenmiş olduğun çaresizlikte, başkalarını suçlamaya devam ederek kendini avutursun.
Ama cevabın “evet” ise şimdi çok daha dikkatlice oku bu satırları…
İnsan baktığı şekilde bakmaya, aynı algılar içinde kalmaya devam ettikçe, öğrenilmiş çaresizlikleri büyüyerek artar.
Sen kimsin?
Önce işe kendini tanımak ile başla! İnşa olduğun gerçek ve sahtelerin ile yüzleş! Kendine gerçekten dön bir bak. Mantığını kullan… Aynada gördüğün, zannettiğin o insan mısın? Gerçeğin filtreleri ile süz kendini. Korkma! Kendinle tanış. Çok güçlü sandığın güçsüzlüklerini gör. Başkalarını suçlayışlarını, başkalarından bekleyişlerini, çözümünün birisinin elinde olup da sana vermediğini sanışlarını gör. Kızdıklarını, küstüklerini, sevdiklerini, sevmediklerini gör. Gör kendini! İşte o, senin yol arkadaşın.
Düşün!
İsteklerin hakkında gerçek ve sahte kavramlarını temel alarak düşünmeye başla! O istekler ne içindi? Anlık küçük hazlar mıydı yoksa toplamda fayda için mi? Gerçekten hedefine ulaşmak için ne kadar mücadele ettin? Elinden geleni yaptın mı? Doğru stratejileri ortaya koydun mu? Ne kadar denedin? Sorular sor kendine…
Fark et!
Nerede duygusal nerede mantıksal tepkiler verdiğini gör. Tepkilerini, vazgeçişlerini, kabullenişlerini gör. Gör ki, algılarını nasıl bozduğunu, problemlerini nasıl sahteleştirdiğini, nasıl sahte çözümlerle kendini oyaladığını anla. Kendini nasıl çözümsüz bıraktığını algıla. İç dünyanda dönen dolapların, beynine kazınmış yargıların, zihninde duyduğu seslerin ne kadarının gerçek ne kadarının sahte olduğunu analiz edebil. Anahtarsız kapı olur mu? Peki, nerede bu anahtar? Anahtarı gör! Gör ki problemlerinin aslında tam da isteklerinin yanında olduğunu algıla.
Unutma!
Analiz edebilmek, duygusal bakışı pasifleştirip mantığı devreye sokmak ile olur. Analizlerin ve çıkarımların tutarlı ise, kendine karşı dürüst olabiliyorsan, kafesinin demirleri ve ördüğün duvarlar bir bir alçalıyor, gözüne çektiğin perdeler giderek açılmaya başlıyor demektir. Başta gözlerin acıyacak… Işık yakacak gözünü. Sancılı olacak yani… Çok karanlıkta kalmıştın, dayan biraz. Acına dayandıkça, gerçekle yüzleşmeye cesaret ettikçe, içeri daha çok ışık sızmaya başlayacak.
Dayan…!