Taş Meselesi: “Delinin Taşı”

“Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.”

Atasözü

Ne kadar doğru söylemiş atalarımız…

Bazen insan öyle bir iş yapar, durumları öyle bir hale getirir ki, yaptığı hamle kendisini ve çevresini etkilerken, bozulanı toparlamak için kırk akıllı birden yorulur…

Peki, insan nasıl bozar?

Neden “delilik” denilen şeyleri yapar?

Deli diyoruz da, o ne anlama gelir ki?

Hayatta her olayın, ortamın, ulaşılmak istenen hedefin, kısacası her şeyin kendine özgü bir kuralı ve yöntemi vardır. Bunların bir bölümü  ‘bırakılan bir cismin yere düşmesi’ yahut ‘suyun 100 derecede kaynaması’ gibi kolaylıkla algılanabilirken, diğer grubu ise hava gibidir. Her hamleni, ilişkilerini, attığın her adımı kapsar ama onları görmekte, bulmakta, algılamakta ve uygulamakta zorlanırsın. Bu kuralları ya başkalarının hayatlarına bakıp deneyim transferi çıkartarak ya da bizatihi o deneyimi ve başa gelen tüm duygusal süreçleri yaşayarak zamanla öğrenmeye başlar insan.

Kuralların ve stratejilerin olması iyidir. Doğru kapıdan girmeye, doğru sebepleri ortaya koymaya, hataların nereden kaynaklandığını algılamaya, doğru yolda ilerlemeye ve istenilen noktaya ulaşmaya yardımcı olur.

Ancak, şartı vardır: sabır ve zaman…

İşin en sert bölümü ise, görünen ve görünmeyen kurallara uymamanın cezasının aynı olmasıdır. Yani nasıl yüksek bir yerden aşağı bırakılan cisim her seferinde düşüp zarar görüyorsa veya suyun akışına uymayıp direnç gösterince aşınmaya başlıyorsa, görmediğin ama hayatını sarıp sarmalayan kurallara aykırı davranışların da senin aşınmana ve zarar görmene sebebiyet verir.

E iş böyle ise, kuralları ve stratejileri ne kadar hızlı algılayıp hayatında uygulamaya koyuyorsan, ne kadar kitabına uygun yaşıyorsan, o kadar az canın yanıyor, o kadar az başın ağrıyor ve toplamda daha konforlu bir hayat sürüyorsun demektir.

Ne kadar mantıklı değil mi?

Ama maalesef insan, söz konusu arzuları, keyfi ve istekleri olunca, hızlıca ve en kestirme yoldan onlar ulaşmak ister. Sabretmeye ayıracak yeterli tahammülü yoktur… Bu da onu mantıktan ayrıştırmaya başlar.  İhtiyaçlarını karşılayan kuralları sıkıcı bulup bir köşeye atar. Arzularına giden yeni ve hızlı bir yol dizayn etme telaşıyla, hayatın kurallarını kendi nefsine uyumlu olarak değiştirmeye başlar…

Yani duygular uyanınca, mantık uykuya dalar,

Ve sonra usul usul başlar delilik ahvalleri… 

İstek ne kadar büyükse, ulaşmaya ilişkin baskı da o kadar artar. Duyguların aktifliği ile, kendi antitezleriyle kestirmeden o şeye ulaşacağına ilişkin zanlar da o kadar artmaya başlar. İnsan bir defa hak görmüş ise kendine, nasıl vazgeçer şimdi…

Arzuların baskısı ile tutturduğu yolun yanlışlığını inkâr eder ve gittiği yolda ısrarına devam eder.  Tez, antitez, sentez ile uğraşmaya zamanı olmadığı için, an’a en yakın zaman dilimlerindeki geçmiş ve gelecek verilerine odaklanır. Kendi nefsine uygun bölümleri örnek alır, kıyaslarını haklı çıkmak üzere yapar. “Benim de böyle yapmam lazım… Bak o voleyi vurmuş…” der. Ve pek tabi bu esnada hayatın değişmez kurallarını, geçmişin deneyimlerinden çıkarılan zararları ve toplamdaki faydayı da göz ardı eder… Yani, kendine örnek seçtiklerinin başının/sonunun nasıl olduğu, hangi duvara tosladıkları, ne acı ve zararlara göğüs gerdikleri ve sebebiyet verdikleri kısmıyla ilgilenmez. Kısa dönem hesaplarıyla, toplamdaki +/- ‘ye takılmadan, işini halletmeye devam eder…

Baskı büyük, acelesi var…

Zanlarına göre uydurduğu, tutarsız stratejiler ile isteğine ulaşmaya da çalıştığı için hem hatalarını hem de ulaşamamanın gerginliği ile hararetini artırır… Yol almaya devam ettikçe, sanrılar da artmaya başlar… Giderek daha da kabaran duyguları ile su kaynatmaya başlamışken, ufukta var olmayan ama var olduğunu sandığı ışığın zannı ile biraz daha zorlarsa ulaşacağını düşünür. Hamlelerini son gücüyle daha da aşırılaştırır…

Ve işte karşınızda beklenen delilik!

Deli, aynı sebepleri ortaya koyarak farklı sonuca ulaşmak isteyen kişiye denilir. Kişi isteklerini kontrol altında tutmayıp, bencilleşip, gerçeklere karşı kör olmayı seçince, kendi kurallarına uygun davranışlarını daha da abartarak motorun yanmasına sebebiyet verir. Bu esnada yaşanmakta olan ağlamalar, krizler, zararlar, zorlamalar ise cabası…

Oysa daha en başında toplama odaklanabilseydi,

Gittiği yolun yol olmadığını görebilirdi…

Dünya… toprağıyla, oksijeniyle, sularıyla, bitki örtüsü, insan ve hayvanları ile tüm yaratılmışların ortak yaşam alanı… E hal böyle ise, burada hep birlikte yaşıyor olduğumuza göre, o zaman aslında herkes bir şekli ile birbirine bağlı… Yani bir delinin bir okyanusa attığı taşın büyüklüğü ve oluşan dalgalar; meydana gelen bir tsunami halka halka her şey üzerinde etkili…

İşte o zaman, bir diğer söz gelir akla:

Attığın taş,ürküttüğün kuşa, kurbağaya değsin…

Atasözü

İster… Herkes ister… Dünya keyfi herkes için çok çekici.. Ama istek uğruna yapılanlara, fayda ve zarar miktarına, sonunda gelebilecek faturaya dikkat edilmesi gerekmez mi? Ürkütülen, zarar verilenlere… Gerçekten değer mi?

“Düşünmek gerekmez mi? ”