“Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde Ferhat ile Şirin adında iki genç varmış…” diye başlayan birçok destan anlatılmıştır. Tekrar anımsandığında, her İkisi de evlenme çağına gelmiş insanlardı. Şirin güzelliği ile kendine hayran bırakan, dönemin sultanının kız kardeşiydi. Ferhat ise çocukluğundan beri çalışan, genç yaşta yaptığı işin ustası haline gelmiş yiğit bir delikanlıydı. İkisi de çevrelerinin baskısı ile evlenme üzerine düşünmeye başladığı dönemlerindeydi.
“Nasıl biriyle evlenmeliyim?” dedi ikisi de…
Şirin, çevresindeki erkeklerin doğdukları aile nedeniyle güçlü olduklarını fark etmişti. Hiçbirinin sahip oldukları güce bir çaba ile ulaşmadıklarını görebiliyordu. Bu erkelerin sahip oldukları ellerinden alınsa hiçbir anlamlarının olmadığını görmüştü. İşte burada Şirin’in kendinde eksiklik hissettiği, onaçekici gelen şey etrafındakilerde olmayan tek başına isteğini elde edebilme marifetiydi. Kısacası tuttuğunu koparabilen, sıfırı bir yapabilen bir “Er” ile hayatını geçirmek istemekteydi.
Ferhat ise çalışma ve kazanma becerisine sahip olduğunun farkındaydı. Etrafındaki kadınların yaşamlarının çalışma ve geçinme üzerine olduğunu görüyordu. Kendilerine göre olsa da bir estetik anlayışları vardı aslında. Burada Ferhat kendine kurduğu düzen içerisinde estetik eksikliği olduğunu fark etti. Yani, evleneceği kişinin onun için çok güzel bir görünüme sahip olması gerekiyordu.
İlk karşılaşma, İlk bağ…
Yaşadığı sarayda, çalıştırdığı adamlara talimat veren, anlamadıkları yeri anlatan ve çalışırken onları izleyen bir delikanlı gördü Şirin. Ve daha yakından görmek istedi. Bu ilk karşılaşmada Ferhat, Şirin’in güzelliğinden, Şirin ise genç veçok da yakışıklı olmayan bu adamın marifetlerinden etkilenmişlerdi.
Artık birbirlerinin görmeleriyle oluşan ilk temasın sonucu bir bağ kurulmuştu. İkisi de farkında olmadan karşısındakine bir mesaj vermişti. İşte Ferhat’ı Ferhat, Şirin’i ise Şirin yapan birbirlerine verdikleri ilk mesajdı. Bu mesaj onların ilişkilerinin başlangıcı olan aralarındaki ilk bağı oluşturmuştur. Artık ilişkileri başlamıştı. Her ilişkide olduğu gibi etkileme ve etkilenme vardı aralarında. Her ikisi de kendilerinde eksikliğini hissettikleri şey ne ise onu gördüler birbirlerinde. Bu, Ferhat için Şirinin güzelliği, Şirin için ise marifetli bir “Er” idi.
Kısa bir süre sonra yine birbirlerini gördüler ve bu kez konuştular. Bu sohbet aralarında ikinci bir bağ oluşturdu. Geçen günlerde sohbetleriyle birbirleri hakkında daha çok şey biliyorlardı. Artık aralarında güçlü bir bağ oluşmaya başlamıştı. Bu bağlar güçlenerek ikisinin arasında zamanla sağlam bir halat haline gelmişti. Onları Ferhat ile Şirin yapan şey de bu bağdan başka bir şey değildi.
Ferhat ile Şirin arasındaki bağlar aslında onların ilişkisini oluşturmaktaydı. İlişki varlıkları canlandıran bir süreçtir. İlişkiyi oluşturan bağların gücü, o ilişkide olanların ihtiyacının sonucudur. Karşısındaki insanın ihtiyacını algılamayan kişi o insanın hayatında tutunamaz. İhtiyaç görücü olmak ise insanın çekiciliklerini arttırır.
İnsan ihtiyaçlı bir varlıktır. İnsan donanımsal olarak ‘her şeyi’ yapmaya muktedir değildir. Kimi iyi şarkı söyler, kimi bir bina yapma marifetine sahiptir. İnsan ‘yapamadıkları oranında’ dış dünyaya ihtiyaç duyar. O an içinde insana ihtiyacı olan çekici gelir. Ancak insanlar çekicilik ve albeni denildiğinde genel olarak farklı boyutlarda algılar. İhtiyaç kavramının tam anlamını bilmek ve ihtiyaç görenin nasıl talep aldığına şahit olmak insanların bu algısını yıkmasına imkân oluşturur. Her dönemde insanlar ihtiyaç sahibi olmuşlardır. İnsanlar birbirleri ile ihtiyaç duydukları/gördükleri oranda ilişki kurarlar. İnsanların eksikliği nerede ise o eksikliği tatmin edebilecek insanı ararlar.
Dünyada hiç suyun kalmadığı ve susamış onlarca insanın varolduğu bir sahne… İhtiyacı bir bardak su olan insanlara, kıymetli bir mücevher teklif edilse, hangisini tercih ederler? İhtiyaç duyulan bir bardak suya sahip olan, o an için dünyanın en albenisi yüksek, en çekici kişisi olur. İnsan karşısındaki insanın eksiklerini giderebildiği ölçüde fark edilir. Onun kendi ardından gelmesini sağlar.
Ferhat’tan “su olmayan şehre su getirebilmesini” istemişlerdi. Ferhat, suyu bulabilecek marifete sahip bir adamdı. Yani, sultanın şehrindeki eksikliği giderebilecek marifete sahipti. ‘ŞEHİR İÇİN NE KADAR DA ÇEKİCİ…’
Çekicilik zannedildiği üzere boy, saç, kaş ya da göz ile alakalı bir durum değildir. Ferhat, güçlü bir delikanlıydı ancak çok da yakışıklı değildi. Şirin’e çekici gelen zaten Ferhat’ın kaşı gözü olmadı. Ferhat yapabilme kabiliyetine sahip bir delikanlı olması Şirin’e çekici gelmişti. Mıknatısın artı ucu nasıl eksi ucunu çekiyorsa insan da kendinde eksik olanı çekici bulur. Dağı delip köyüne su ulaştıran bir Ferhat varken başkasının Şirin’e çekici gelmesinin imkânı da yoktur. İnsanın ihtiyaçlı bir varlık olduğundan ve ihtiyacı giderenin ise çekici olduğundan bahsedildi. İnsanın ihtiyaç giderebilme kabiliyeti geliştikçe marifetlenir. Marifeti olan insanın o konuda bir çözüme ihtiyacı olmaz.
Aç bir insanın karnını doyuran kişinin hayatından aç kalacağı bir gün azaltılır. Dara düşmüş birine yardım eden kişinin kendi dara düşmez. Yani insan aslında ihtiyaç giderdikçe ihtiyaç duyacağı alanları da azaltmış olur. O konuda bir ihtiyaca sahip olsa dahi artık giderebilme marifetleri gelişmiştir. İhtiyaç gören insanın çekiciliği albenilerinden meydana gelir. Aç bir insanın karnını doyurmak bir alanda, dara düşmüş birine yardım etmek başka bir alanda bir albenidir.
İnsan albenilerini arttırdıkça sorulan, danışılan kişi haline gelir. Ne kadar çok marifet varsa o kadar çekicilik oluşur. Kendi ihtiyacını görme çabası içinde olanın ihtiyacı hiç bitmez. Başkasının ihtiyacını görmek için çabalayan insan ise ihtiyaç gördüğü konuda muhtaç hale düşmez.
Kendi ihtiyaçları görüldükçe mutlu olacağını zanneden insan işte burada yanılır…
Peki, “Mutluluk” neydi? Ferhat’ın hoş bir bakışı mı? Yoksa, Şirin’in söylediği güzel sözler mi? Zannettikleri gibi sevgiliye kavuşma hali miydi? Gerçekte mutluluk neydi?
Mutluluk… İnsana keyif veren bir kelime.
Bahsi geçtiğinde, hayatın hazlarına odaklanmak ya da acılarından kaçmak olarak düşünülebilen bir kavram. İnsan, yaşamı boyunca daima mutlu olmak ister. Bunun için gider, dağları bile deler. İç dünyasında oluşturduğu “dünyası” için en güç hamleleri bile ortaya koymaktan kaçınmaz. Mutluluğu yakalamak için ise hayatında ona acı veren şeyleri bulundurmak istemez. Hayattaki istekleri; acıdan kaçmak, haz olarak gördüğü ne varsa ona yaklaşmaktır. Bu haz bazen Şirin, bazen Ferhat olmaktadır.
İnsan haz duyup lezzet aldığı her sürece yakın olmayı ister. Ferhat sevdasının ona sonsuz mutluluk vereceğini düşündü. Bu yüzden Şirin’ine ulaşmak için türlü yolları aştı. Oysa önemli olan bir durumun sonsuz lezzetine sahip olmak demek değildi.
Ancak; insan yanılır, Ferhat da yanıldı…
İçindeki haz arzusuna yenik düşüp daima sonsuz mutluluğu yakalayacağı zannına kapıldı. Zannına göre sevgisinin ateşi âlemi aydınlatacak, cihanı dolduracaktı. Peki zannettiği gibi miydi Şirin’e kavuşma hayali? Lezzetli olan Şirin miydi yoksa ona giden yoldaki engelleri aşmak mıydı?
Ferhat Şirin’e aç bir halde sahralara düştü, aydınlık beklediği ateşinde yanıp kavruldu. Ortaya koyduğu her mücadelesinde açlığını daha da arttırdı ve kendinde olması gereken bir parça haline getirdi Şirin’i. Açlığını susuzluğunu gidereyim derken tam da çölün ortasında susuz kalmıştı Ferhat. Ayağına batan dikenler, verdiği mücadeleler “sayesinde” Ferhat Şirin’i sevmeye devam etti. Ferhat sevdikçe daha çok seveceğini zannetti. İnsanların istiyor oldukları şeye duydukları açlık, tatmin olmadığı, ulaşılmadığı zaman büyüyüp çoğalmaya devam eder. Ulaşıldığında ise beklenenin aksi bir durum olduğu, ulaşılan sonucun zannedilenden farklı olduğu görülür. Ferhat için Şirin bu kadar ulaşılmaz olmasaydı onun için büyük bir sevda arayışı olmayacaktı. Yalnızca hazzı barındıran bu sürecin Ferhat’a bir faydası olabilir miydi? Faydalı olmayan bir hazdan mutlaka zarar göreceğini ‘O’ görememişti.
Bu kör ahvali yok etmek adına faydalı bir süreçten keyif almak asıl olan meseleydi. Ancak Ferhat Şirin’in şirinliğine vurulmuştu bir kere… Bu vurgun ondan büyük bir şeyi götürmüştü.
‘Fayda’yı…
Fayda, insanı dününden iyi yapandır ve insanı yaşıyor olduğu hayatta en iyi noktaya ulaştıracak şeydir. Ve eğer, bir süreç fayda vermiyorsa mutlaka zarar verecektir. Tıpkı bu hikâyede olduğu gibi. Bu kadar masum başlayan bir sevda hikayesinin bile aşırılaştığında onları nasıl zarara sürüklediği apaçık ortadaydı. Onları bu zarar kuyusu içine iten şey ise birbirlerine karşı olan açlıkları ve gitgide büyüyen doyumsuz istekleriydi.
İkisi de yanıldı…
Her hamlede biraz olsun bastırılacağı sanılan o açlık asla tatmine ulaşamadı. İkisi de kendi içinde oluşturduğu eksik parçaları tamamlayamadı ve bir yanları hep yarım kaldı…
Keşke “Kıvam” denen şeyi unutmasalardı…
ben Osman SARI
ve destek veren arkadaşlarım
Ebrar, Beyza, Emine ve Şeyma’ya
teşekkür ediyorum.