Bir yolculuğa çıkalım birlikte…
Yol boyunca süregelen evler, ağaçlar, dağlar, bayırlar, göller akıp gitsin gözümüzün önünden…
Minik balkonlu düzayak bir ev; bir çam ağacı veya turuncu yapraklarını döken bir sonbahar ağacı; bir vadiye kurulu köy yahut dağ eteklerine serpilmiş birkaç ev; egzotik mimariye sahip kulelerden biri veya yeşil boyalı bir binada camında pembe menekşeler olan bir daire…
O kadar çoğunun içinden bir ya da birkaçı ilgini çeker, için sever ve takılır kalır akılda… Tıpkı hayatımıza değen onca insandan kalan birkaçı gibi…
Peki neden?
Neden onlarcasının yüzlercesinin içinden o birkaçı kalır geriye?
Nedir bizi onca ağaç içinden o birine, onlarca evden o bir tanesine yaklaştıran?
“Sevdiklerimiz ve Benzerliklerimiz”
Çocukluktan hatta bebeklikten itibaren çevremiz ile etkileşim haline geçeriz. Oluşan bu temaslar, ses, görüntü, tat, koku, dokunuş alanlarında, yani duyu organlarımız üzerinde etki oluşturur. Oluşan etkiler farkındalığımızı, farkındalıklar ise algılarımızı ve toplamında sevip sevmediklerimiz ile kendimizi inşa etmemizi sağlar.
İnsanın merak ettikleri, ilgisini çeken şeylerdir. İlgilendikçe, konsantrasyon oluşturup o şeyi algılamaya başlarız. Algıladıklarımız, aynı zamanda hayata aktaracaklarımızdır. Tıpkı boş bir plak gibi… İçini hangi tür şarkılar ile doldur iseniz, duyacağınız şey ve türler de o şekilde olur. Çocuklar bir modelist gibidir. Neyi görürlerse, onu aktarırlar. Bu sebeple çocukluk dönemi, boş plakların doldurulduğu en önemli evredir.
Eski dönemlerin büyük ve kalabalık ailelerine baktığımızda, çocukların bu temasları kurabileceği çok fazla aile büyüğü ve kuzenleri etrafında olurdu. Bu vesileyle, neyi sevip sevmediğini, neyi isteyip istemediğini, nelerden rahatsızlık duyduğunu hızlıca deneyimleme ve onlardan da genel davranışlara ilişkin deneyim transferi yapma imkânları olurdu. Gelişimin en önemli dönemini oluşturan 0-6 yaş arası dönem, olabilecek en verimli şekilde değerlendirilerek, sevilen ve sevilmeyenlere ilişkin bilinçaltı süreci inşa edilmiş olurdu.
Tüm bunların toplamında karşımıza çıkan sonuç ise şudur;
“İnsan, sevdiğine benzer…
Ve benzerlikleri yakaladığı şeyleri de sever!”
Bunun örneklerini çocuklarda kolaylıkla görürüz: Öğretmeninin davranışlarını seven bir çocuk ona ilgi duymaya başlar. Onu algılayabildiği kadarıyla, onun gibi konuşmaya, onun gibi davranmaya, onun gibi giyinmeye, onun gibi yemeye başlar… Bu da onun zamanla öğretmenine benzemesini sağlar. Bunun bir benzeri extreme spor yapanlarda da görülür. Bu sporcular, doğanın zıttına gitmez, doğayı yanlarına alırlar. İçinde bulundukları doğaya uyumlanıp, ona benzemeye başlarlar.
İşte sevdiğine benzemek hali öyledir ki, sevdiğin bir şehrin veya insanın doğasına, severek yediğin bir çikolatanın veya domatesin kimyasına benzersin… Hatta sevdiğin bir arabada tanırsın kendini. Dedik ya, içine aldığın ne ise, senden de çıkacak olan o olur… Sevdiklerini sevme gerekçene indikçe, kendin ve o şey arasındaki bağları görmeye başlarsın…
Tabi burada karşımıza çıkan diğer boyut ise, benzerlikleri yakaladığımız şeyleri de seviyor oluşumuzdur. Bir erkeğin annesinde sevdiklerini hatırlatan bir kadını veya bir kadının babasına benzeyen bir erkeği sevmesi; çocukken arkadaşlarınla gülüp oynadığın o sokağı hatırlatan bir sokağı sevmen gibi… İnsan sevdiği yanları bilinçaltına aldığı için, sevdiklerini anımsatan- ortak benzerlikleri taşıyanları bulduğunda da bilinçdışı olarak sevmeye başlar…
“Sen de bir şey var beni çeken, ama anlayamıyorum…”
“Bakınca çok saçma ama bunu çok sevdim!”
“Sanki daha önce bu anı yaşamış gibiyim…”
“Tam benlik! Ruh ikizim!!!”
dediklerimiz, o sevdiklerimize yani kendi iç inşamıza uyumlu olan şeyler anlamına gelir.
Yani insan sevdiklerine ve ilgili olduklarına benzer. Hatta sevdiklerinin sevdiklerine de benzer ve bunlar ile zaman içinde dönüşür…
Bu doğal ve otomatik işleyen bir sistemdir.
O zaman sevdiklerimizi test etmenin yolu, onlar ile benzerliklerimizi görebilmekten geçer.
Ve buna rağmen bir insan bir şeyi sevdiğini söylüyor ama ona benzemiyorsa, orada bir tutarsızlık yani riya var demektir…