En içten acıları, bir yakınımızı kaybettiğimizde yaşarız.
En hüzünlü anları otobüs terminalindeki sevdiklerimizden ayrılışlarımızda yaşarız.
En sıkıntılı anlarımızı bir yakınımızı hastane köşesinde beklediğimizde yaşarız.
En çok hasta olduğumuz an da sağlığımızın kıymetini biliriz.
En üzüntülü anlarımızda mutluluğu ararız.
En yüksek acıları sevdiklerimizden ayrışınca yaşayıp, birleşmelerin saadetini duyarız.
En ulaşılmazlar olduğunda, ulaştığında şükür eder hale geliriz.
En samimi özlemi gurbetteyken duyar,
En dar olduğumuz dönemde bolluğun kıymetini anlar ve bolluk için arayışa çıkarız.
En çok zararı gördüklerimizden sonra, bize fayda verecek olanları fark etmeye başlarız.
“En” lerini yaşadıktan sonra insan hayatında ki en büyük “değişim” ve “dönüşümleri” yaşamaya başlar. Hayatı; acıları, yoklukları, kayıpları yaşayıp işin sonucuna ulaştıktan sonra anlamaya başlar. Balon büyükken, hastalıklarımızın son evresine yakınken, çocuğumuzu kaybetmeye en yakın olduğumuz an da, boşanmaya ramak kala psikologlara gidişlerimiz bu yüzdendir. Canımızın en çok yandığı anda ilk kez “FARK ETMEYE” başlarız. Çünkü insan en çok canı yandığında, bıçak kemiğe dayandığında, o “sonuç gerçekleşip” “zarar gördüğünde” öğrenmeye ihtiyaç hisseder.
” Ahh şimdi ki aklım olsaydı…”, “ bir daha dünyaya gelsem, hiç böyle yapar mıydım?”, “bu anki aklım olsa o adam ya da kadın ile evlenir miydim?”, “ o bölümü okur, bu işe atılır mıydım?” diye serzenişler duyarız, deriz de çoğu zaman. Aklımız bu anda da aynıdır oysa.
Peki nedir değişen?
O anın duygusundan çıktığımız için geriye mantıksal aklımız kalır. Mantıksal aklımız ile “şuan olsa başka davranırdım” deriz. İnsan bir olayı yaşarken duyguları aktif olur, bilinci daha pasif kalır. Bunun nedeni “an” içinde duyguların olmasıdır. İnsan acıyı da/ hazzı da an içinde yaşar. An içinde iken; en büyük faydaları, en büyük keyifleri almak, yaşamak ister. “Hemen”, “o anda” “faydalı” ve “güzel” şeyler yaşamak uğrunda istekler oluşturup bu isteği eylemselliğe dökerler. Bu insanın fıtratında var olan bir gerçekliktir. Yaşaması ve hareket edebilmesi için bu istek şarttır! İstiyor olduğu sonuca, hedefine ulaşması yolunda önemli bir adımdır. Çünkü insan bir şeyi önce “ister”, sonra “ düşünür” ve düşündüklerinde ise “eylemsellik” oluşturmaya başlar. Burada bir problem yoktur. Bu başarılı ve sağlıklı ilişkiler kurabilmesinin ilk adımıdır.
Problem nerede?
Problem istiyor olduğumuz konuların “aşırılığa” çıkması ile olur. İnsan isteğinde ki yoğunluk ile an içinde duygusallaşmaya başlar. Duygusal akıl hayatın bize sinyal verdiği yerdir. Bu “bir şeyler yolundan çıkıyor” demektir. Duygusal akıl baskın iken insan bilinçli olmaz, hırslı, fevri ve sert olur. Anlık geçiştirmelerle sahte kazanımlar sağlamak için yaptığına kılıf uydurmaya başlar.
Geçiştiremediğinde değişmek zorunda kalacağını, bunun içinde acı çekeceğini bilir. Ve o acıyı çekmek istemediğinden çoğu zaman değişmeyi göze alamaz insan. Oysa hayatta en yüksek sıçrayışlar en dip acıların yaşanması sonucunda gerçekleşir. Ancak kısa süreli bile olsa acıya dayanmak istemez insan. Anda göreceği kişisel menfaat uğrunda bu yüzden toplamda yaşayacağı zararı da göze alır.
Çünkü “hiçbir sürekli haz/keyf, anlık haz ile baş edemez”… Anın duygusu insana her zaman daha tatlı ve çekici gelir. Bu çekiciliğe karşı koymak istemez insan ve toplamda varacağı noktadaki acıları ve pişmanlıkları düşünemez. Bilinç dışı olarak yaşar ve eylemselliklerini ortaya koyar. Cahilliğin cesaretli oluşu da buradan gelir. Ama bu gerçek cesaret değildir. Andaki olumlu duyguyu yaşamak için gerçeklere karşı bir körlük oluşmaya başlar. Bu kör ahvalle, insan toplamda yaşayacağı zararı göze alır. Tıpkı “road runner” çizgi filmindeki kuşu kovalayan çakal misali olur. Kuşu yakalamak ve yemek uğruna atmadığı taklalar, kurmadığı tuzaklar, yapmadığı kurnazlıklar kalmayan çakalın tünelin sonundaki trene çarpası gibi…
İnsan nasıl ikna olur?
Hiçbir insan geleceğe olumsuz duygularla, zarar görmek için gitmez. Her insan mutlu olmak amacıyla istekler oluşturup davranışlar ortaya koyar. Olumlu duygular yaşamak, olumsuz olanlardan arınmak yolunda attığı adımda, yolun sonuna vardığında “en” büyük pişmanlığını yaşar. Geri o güne, o zamana dönmek, farklı davranışlar ortaya koymak ister. Bu durum bu anki duygusal aklının pasifleşmesi sebebiyledir. Çünkü duygular silikleşmeye başladığında gözlerdeki perdeler kalkar. Mantıksal akıl ile insan doğruyu/ yanlışı, iyiyi/ kötüyü ayırt edilebilmeye başlar. İşte o zaman değişen şey ise; insanın “düşünceleri ve algısı” olur.
İnsan eylemselliğin sonucunda yaşadığı kaybı ve zararı gördüğü zaman ikna olmaya başlar. Çünkü bizler somut canlılarızdır. Nasıl ki elimize bir şeyler battığında bedenimizde acılar duyuyorsak, ruhumuza değen isteklerimiz ile de üzülür, ağlar, acılar çekeriz. Ve ruhumuz toparlanmayı ister…
“Farkına varış!”
Göze inen perdenin ilk kalkışıdır. İnsan fark ettiği an “düşünmeye” başlar. Fark ettiği an sorular sormaya başlar. Sorular sordukça mantıksal akıl ile hakikate ulaşır.
Çünkü farkında olmadan, bilinç dışı olarak sürekli yapılan eylemsellikler uykuda olan bir insanın ahvali gibidir. Sürekli yapılan davranışlara karşı normalleştirme ve duyarsızlaşma yaşanır. O halde uyanış için duyarsızlıktan çıkmak, bilinç dışı süreçlerimizi “bilinçli” aşamaya getirebilmek, yeniden dizayn etmek gerekir.
Davranışlar; toplamda ulaşılan bir sonuçtur.
Davranışların değişebilmesi için, önce davranışa etki eden “düşünceyi” değiştirmek gerekir. Çünkü düşünceler değişmediğinde , insan yine aynı yollardan geçer ve aynı hataları yapar.
“O halde asıl mesele; düşünceyi kontrol atına alabilmektir.” Bunun için de öncelik kişinin kendi niyeti ve isteğindeki samimiyeti görmesidir… hakikaten toparlanmayı biz ne kadar istiyoruz?..